Şişedeki mesaj’ın hikayesi

( Burada günü yarıladık. Türkiye’den yedi saat geride olduğumuzdan size yazım geç, belki bir gün sonra ulaşmış olacak. Blog konusunda çok yeni ve acemiyim. Yayınlama saatlerimi de ayarlayacağım elbet:) )

Bugün Milli Park kıvamındaki Otel bölgesi içerisinde Shell Beach denilen sahile geldim. Gözünüzde canlanması için nasıl bir yerde kaldığımızı da anlatacağım ancak şu an için sadece biz de burada doğal karantinadayız desem yeterli. Söz verdiğim gibi Şişedeki Mesaj’ın hikayesini yazmak için yanımda laptopum da var. Yürüyerek denize ulaşıyorum. Kumsalın girişinde yer alan barın sandalyeleri ters çevrilmiş, şezlongların üzerleri toplanmış. Havada terkedilmişlik kokusu var. Gökyüzü biraz bulutlu, denizin rengi alacalı. Bilim kurgu filmlerinden bir sahne içerisindeyim. Sanki dünya üzerindeki insanların hiçbiri hayatta kalmamış. Kendi halinde öten bir kuş, bir kaç palmiye, kafasını kabuğunun içine saklamış bir kaplumbağa, bir de iyice yavaş hareket ederek amaçsızca yürüyen ben varım. Ters yüz edilmiş bir hamak buluyorum ağaçların arasında, yatılabilir hale getirip yayılıyorum. Yüzüm uçsuz bucaksız denize dönük. İlk defa görüyor gibi gözlerim inceliyor etrafımdaki her bir detayı. Pür dikkat doğadaki sesleri ve sessizliği dinliyorum. Şaşkın olduğum kadar sakinim de. Evrendeki diğer canlılar tarafından alındığım uyku sırasında verilen ilacın, belki de beynime takılan çipin etkisiyle hiç bir şey düşünemiyorum. Geçmişimi hatırlayamıyorum. Kim olduğumu bilmiyorum. Hangi yıldayız, saat kaç herhangi bir fikrim yok. Neden burada olduğumu, nasıl geldiğimi bilmiyorum. Ufuktan bir gemi, gökyüzünden bir ışık, kumların arasından bir insan silüeti belirmesini içgüdüsel olarak beklercesine dalıp gidiyorum bir süre. Gelip gelmeyeceğini bilmeden. Aslında beklentisiz. Tek bildiğim; Hayattayım. Kalbim atıyor. Nefes alıyorum. Buradayım. Tek başımayım..

Yalnız değilim.

Yalnızlık ve tek başınalık aynı değil. İnsan tek başınayken, yüreğinin genişliği kadar kalabalık hissedebiliyor. Ya da kalabalıkların içinde yapayalnız. Sevdikçe genişliyor yüreğin çemberi. Şu mecburi sosyal izolasyon günlerinde kimimiz sevdikleriyle aynı evde, kimimiz bir başına, sevdiklerinden uzak olanlar, evi olmayanlar, evinden uzakta olanlar, tek başına göçenler, hepimiz birbirimizle empati içerisinde kaldık kişisel karantinalarımızda. Yeni bir Dünya düzeni doğuyor. Fiziksele ket vurulunca; soyut olana, enerji bağlarımıza ve hislerimize yöneliyoruz hep birlikte. Farklı senaryolarda, farklı ülkelerde, benzer duygularla. Yalnızlık hissinin gerçek olmadığını anlamaya açılıyor zihinlerimiz. Ve çoğu zaman zihnin hikayeleri öylesine yer etmiş ki, yüreğin bilgeliğinin üzerini bile örtebiliyor. Şimdi örtülerin kalkma zamanı. İnsanoğlu için çırılçıplak kalma zamanı. Dışarıdan elde ettiğimizi sandığımız tatmine dur diyor hayat. Dışarıya yönelme. Kendine dön diyor. Yüreğine.. Özüne.. Dış katmanlarından temizlen. Yüreğin sağlığına kavuşsun. “Yalnız değilsin” diyor.

İçimde kalabalık hissetmemi sağlayan bağlarımdan bir can da Sebla’dır. Hani sık sık görüşmeseniz, konuşmasanız da orada olduğunu bildiğiniz, varlığını hissettiğiniz dostlardan. Belli dönemlerde hayat yollarınız kesiştiğinde, birbirine doğru akan enerjiyle beslendiğiniz, şifalandığınız, genişlediğiniz ruhlardan. Şişedeki Mesajın size ulaşmasını sağlayan mesajcım.

Sene 2018. Sebla evleniyor. O zamanlar eşi ve kendisi tam bir gezgin. Nitekim düğünlerinden hemen sonra yine gidecekler, bu sefer süresi belli olmayan bir zaman için, taaa Kamboçya’ya. Düğün deniz kenarında doğal bir ortamda olacağından, natürel süsleme detaylarını konuşuyoruz. Ben de o sıralar evde kendimce el yapımı bir şeyler üretiyorum. Fikir alışverişi yaptıktan sonra, ona düğün hediyesi olarak “beach” temalı nikah hediyelerini hazırlayacağımı söylediğimde nasıl da mutlu oluyor canım arkadaşım.

Günlerce ne yapabilirim diye düşünürken, gidecekleri uzaklardan bize kalacak hatıraları ile deniz teması etrafında dönüp durdum. Ve sonunda buldum ! “Message in a bottle” Şişedeki mesaj !
Ufak cam şişelerin içine kumları doldurup, cımbızla minik deniz kabukları koyup, ortasına düğün tarihinin de yazdığı mutluluklarının mesajını yerleştirdim. Haftalarca sevgiyle hazırladım her birini.

Geldik bu güne. Son iki sene içerisinde ne çok şey değişti hepimizin hayatında. Daha bir kaç gün önce Sebla’nın anneciği melek oldu. Hem de bu mecburi izolasyon şartlarında. Onun yüreğini, metanetini, gücünü, sabrını, enerjisini, yaşama ve ölüme bakış açısını tanıyorum. Acı haberi aldığımda aradım. Meleğinin yanında olduğunu hissetmesi için meditasyonda kalmasını ve dinlemesini diledim. Söz verdi. Sesindeki sakinlikten belliydi yürekten söz verdiği.

Sebla burada mahsur kalışımızı bir yandan takip ettiğinden, bir mesaj atarak yazmaya devam etmemi, yoksa tüm bunları unutacağımı söyleyerek yazmam konusundaki desteğinden vazgeçmedi. Hem ona da iyi gelecekmiş yazdıklarımı okumak. Duyarlılığına, yüreğine sağlık, yazacaktım. Hatta bugün başlayacaktım.
Bir anda düğününde ona hazırladığım şişeleri hatırlattı. Evet ! ! Evet ! “message in the bottle” Nikah şişelerini hazırladıktan iki sene sonra ıssız bir adaya düşmüştüm. Ülkeme uçabilmek için yardım çağrısı olan şişelerimi, denize atıp duruyordum. Her bir rota olasılığı bir şişeydi. Yapılan her bir telefon görüşmesi, sosyal medya mesajı bir şişeydi. Dalgalarla bir bir geri gelip, ertesi gün kıyıya vuruyorlardı. Hem bir adada mahsur kalma hikayesini cam şişedeki mesaj sembolünden daha iyi anlatan ne olabilirdi ki?!

Bilincimizin zihnimizden öte yolumuzu bildiğinin kanıtıydı adeta. Yoldaki sapaklarımız, bilinçaltı seçimlerimizle çeşitlense de, yol belli değil miydi?.. Yoga’nın en değerli kitaplarından olan Bhagavad Gita’da destansı bir şekilde anlatılmak istenen Özgür İrade’nin olamayacağının yaşanmakta olan hikayelerinden birisi değil miydi?..

Ben de Sebla’ya söz verdim. Yazımın başlığı Şişedeki Mesaj olacaktı, ona adayacaktım. Ve yazmaya başladığım an hayatın mesajı şekil değiştirdi. Seneler sonra, sonunda tekrar yazmaya başlamıştım. Hem de özgür iradem dışında. Bir çok şey bu ana vesile olmuştu. Herşey birbirine bağlı olarak sürekli değişmekte olduğundan, her sapak eninde sonunda yola çıkıyor. Ya da yola bağlanıyor. Sapaklar yaşadığımız olaylar. Yol ise Dharma. ( evrenin düzeni, yasaları ve hayatımızın gerçek amacı ) Ruhsal gelişimimiz için attığımız her adım yolu oluşturuyor, genişletiyor, devam ettiriyor. Evrenin düzeninden ayrı hareket edebilir miyiz ki, yolumuzdan çıkalım?..

Bloğun mahsur kalma mesajı olmadığı başlığı attığım an belirmişti. Şimdi S.O.S yerine, uzaktan yeni mesajlar içeren şişeler yollamaya başlıyordum.
Her gün bir yazıyı yeşil cam bir şişe içine koyup okyanusun ötesinden sevdiklerime gönderiyordum. Ve bu sefer şişe içindeki mesajlarım geri gelmeyecekti. Gideceği yere ulaştığından eminim. Belki henüz tanışmadıklarıma da ulaşacaktı.

Özgür irade yoktu. Özgür sandığımız seçimlerimiz, hareketlerimiz sanrıydı. Her şey ve herkes birbirini tek bir irade sarmalında etkiliyordu. Oysa son bir aydır yaşadığım zorlu şartlarda özgür irade var sanrısı içine düşmüş ve savrulmuştum adeta. “Şişedeki mesaj” geri getirdi. Teşekkür ederim Sebla, mesajcım.. Anneceğinin ışığı bana da ulaştı.

“ Somut değerler önemini yitirirken, soyut ve öz temellerimize dönüyoruz. Birbirimizle iletişimimiz soyutlaşıyor, belki de farklı yönlerden enerjetik olarak güçleniyor. İnsanoğlunun empatik ve telepatik nitelikleri dönüşüyor. Sevgi bağlarının gücü ile mesafelere dayanıyoruz. Kaybettiğimiz ya da şu an görüşemediğimiz tüm sevdiklerimizi yüreğimizde hissederek, mesajlarını içimizde duyarak sabırla, sağlıkla an’a tutunmak dileğiyle. Hiç birimiz yalnız değiliz. Kah yeryüzünde, kah gökyüzünde..”

3 thoughts on “Şişedeki mesaj’ın hikayesi

  1. Duygu Bilge Uygeç

    10 sene kadar önce, Eski Datça’da yogayla yeni buluşmuş bir karma yoginiyken tanışmıştım seninle. Orada güzel bir kamp yapmıştınız. Yoga o zamanlardan beri hayatımda ve sizleri sosyal medyadan takip etmeye devam ettim yıllar boyunca. Son dönemde sosyal medyayı çok seyrek kullanıyorum ama bu zor dönemde yaşadıkların bana nüfuz etti. Nihayetinde blog yazmaya başlamana ise sevindim. Burada yani Ege’de, tatlı bahar yağmurlarının yağdığı, bereketli Nisan ayının ilk günü ile başladığın yazıların hayırlı olsun öyleyse…Hem yaşadığın zorlukları atlatmak, hem de pekçok insana ilham vermek adına yolun açık olsun. ?

    Kendi adıma, ben de artık deneyimlerimi paylaşmak için bir blog sitesi açsam mı diye kararsızlık içindeyken, şuanda yaşadığın sıradışı olayların içinden geçişin ile bana ilham verdin. Bu içe dönüş günleriyle birlikte zaten pekçoğumuz, ötelediğimiz ve özlediğimiz kendimizi daha güçlü ifade etmeye başladık. Ve senin de yeniden hatırlattığın gibi, kadim bilgelerin dediği üzere, özgür irademe fazla prim vermekten vazgeçip, Öz’e teslim olabilirsem ben de paylaşmaya başlayacağım. Bunun için teşekkürler. ?

    Yani yeniden merhaba Özge, senin adın zaten ÖZ-GE…Öz’ün ile bağların hep güçlü ve sürekli kalsın. ?

  2. Nilgün

    Harika bir anlatım. Ben de hep kendimin bir gün kitap yazacağını düşünmüştüm ve Amerika’dayken bir arkadaşımın bana blog açması ile yazmaya başlamıştım. Ordayken çok yazıyordum ama Türkiye’ye dönünce tek tük ekleme yapmıştım. Şimdi yazdıklarını okuyunca benim de aklıma blog günlerim geliyor. Senin şu anda neler hissettiğini ve yaşadığını okumak, oradaymış gibi hissettiriyor. Güçlü kalmaya devam et!

Comments are closed.